16 Ağustos 2012 Perşembe

Film

Arşivimdeki film sayısı:
119

CD'deki film sayısı: 94

Arşivimde olmayıp izlediğim filmlerden 7'si:
Star Wars (6'lı lan bu 13 mu oldu o zaman!?)
The Guitar
The Big Lebowski
Son Durak
Kill Bill
Stand By Me
The Wanted

Uzun süre etkisinde kaldıklarım:
American History X
Requiem for a Dream
The Social Network
Harry Potter 1-7
Zeitgeist - Addendum
10 Things I Hate About You
Se7en
Before Sunrise
3 Idiots

En sevdiğim film: Le Fabuleux Destim d'Amélie Poulain 

Daha izlemediklerim - bir kısmı - :
Ondine
The Fighter 
The Tourist
Sutter Island
25th Hour
The Truman Show
The King's Speech
In Bruges
The International
The Intouchables
The Godfather Trigology

En İyiler:
The Dark Knight 
The Departed
The Usual Suspects
The Shawshank Redemption
Into The Wild
Snatch
The Big Lebowski
The Lord of the Rings Trigology
Dead Poets Society
Pulp Fiction
Se7en
Pride and Prejudice
Black Swan
Never Let Me Go
August Rush
Alice in Wonderland
Le Fabuleux Destim d'Amélie Poulain
Persepolis
Requiem for a Dream
American Beauty
American History X

Oyunculuklarına yandıklarım:
Into The Wild - Hal Holbrook
Se7en - Kevin Spacey
Snatch - Brad Pitt
American History X - Edward Norton
Never Let Me Go - Andrew Garfield
The Social Network - Jesse Eisenberg
Black Swan - Natalie Portman
Pride and Prejudice - Matthew Macfadyen
Dead Poets Society - Ethan Hawke
The Usual Suspects - Kevin Spacey
The Dark Knight - Heath Ledger
The Big Lebowski - John Goodman

Soundtrack'le bitirenler:
Harry Potter 1-7
The Social Network
The Big Lebowski
The Departed
Into The Wild
Sucker Punch
Tron Legacy
10 Things I Hate About You
500 Days Of Summer
Pride and Prejudice
3 Idiots
Before Sunrise
Alice in Wonderland
Le Fabuleux Destim d'Amélie Poulain


sıkıldım la. neden yaptığımı da tam olarak anlamadım zaten. çıkıp bi sigara içiyim. 


Leopar Desenli Güneş Gözlükleri

Leopar desenini günahı kadar sevmeyen bir insanım ama güneş gözlüklerinde çok hoş durduğunu da inkar edemem doğrusu. İşte birkaç örnek.















15 Ağustos 2012 Çarşamba

La Délicatesse - Aşkın Renkleri


"Yanlış zamanda karşılaşılan mükemmel insanlar vardır. Bir de doğru zamanda karşılaştığınız için mükemmel olan insanlar..."

Çok aşk romanı okuyan biri değilim taraftarı da değilim zaten. Aşk filmlerine de bayılmam, arada çerez niyetine romantik komedi izlerim. Çok sığ bakıyor olabilirim aşk kavramına ama henüz bir 16'lığım. Bi bok bildiğim yok yani. Ama mal gibi gelip burda yazıyorsun derseniz evet yazıyorum bir 16'lık da yazabilir. Ayrıca a girl can dream. Neyse kitap diyordum.

Son dönem kitapları- son dönem kitaplarını ayırt edebilmenizin bir kaç temel yolu var. Kitabın yılına bakmadan rahatça söyleyebilirsiniz. Öncelikle filmi çekildiyse film afişi kitap kapağı yapılır, sonra arkasına Newyork Times, Washington Post, Elle hödüzödü tarzı abidik gubidik film eleştirmeni mi gazete mi dergi mi belli olmayan adamların yazdıkları yazıların çok saçma bir bölümü alıntı yapılıp yazılır. Örneğin -gizemli. -etkileyici. -metroda okumayın durağı kaçırırsınız. -sabahladım. Hep de kötü oluyor böyle kitaplar, yayın evi sıçıyor bunları bence. Oysa efendim Fransız Teğmen'in Kadını gibi sarı arka plan üzeri sade bir resim ve arkada kitap özeti olan kitaplara bir bakar mısınız tadından yenmez.- Son dönem kitapları deyip uzun bir açıklama yapmışın. Evet Aşkın Renkleri de bir son dönem kitabı ama çok farklıydı. Hatta beklentim olmaksızın okuyup bayıldım diyebilirim. Alma sebebim bile kapağında Audrey'in olmasıydı. Bi kere son dönemdeki kuru anlatım tarzı kesinlikle yok. Kitapta çok geçen bir kelimeyle tanımlarsak 'dokunaklı' bir anlatım tarzı var. Evet dokunaklı. Ve nazik, narin, ince, kibar. Aslında tam kitabın orijinal adını tanımlıyor anlatım tarzı. Gerçekten bir şeyler hissetmenizi sağlıyor diyebilirim. Karakterleri çok iyi anlıyorsunuz, çok iyi analiz ediyorsunuz. Tüm zaman boyunca yanlarındaymışınız gibi sanki. Bazen kitap sıkınca ve arka kapaktaki sözlerle benim fikirlerim çelişince suçu hep çevirmende arardım. Aşkın Renkleri'nin çevirmeni Ersel Topraktepe. Çok güzel bir iş çıkarmış tebrik ederim. Çok da mütevazi birisi sanırım, katapta hakkında sadece 1973'te İstanbul'da doğdu. Çevirmen ve editör. yazıyor. Övünün efendim bu kadar mütevazi olmanıza ne gerek var diyorum buradan kendisine. Son olarak kitapta beni çok etkileyen sözleri yazıyorum. Okuyun, okutun, mutlu sabahlar.



15

François'in Koşmaya Gitmeden Önce Söylemiş Olabileceği Cümleler

Seni seviyorum.
*
Sana tapıyorum.
*
Spor yap ki zinde kalasın.
*
Bu akşam yemekte ne var?
*
İyi okumalar aşkım.
*
Seni tekrar görmek için sabırsızlanıyorum.
*
Ezilmeye niyetim yok.
*
Bernard ve Nicole ile bir akşam yemeğine çıkalım artık.
*
Ben de bir kitap okumalıyım.
*
Bugün özellikle baldırlarımı çalıştıracağım.
*
Bu akşam çocuk yapalım.

*Acı denen şey, belki de şimdiki zamandan hep kopuk olmaktı.

*Bakışmalardan sohbete, gözden söze geçmek hiç kolay değildir.

*Cüretin kaynağı çoğu zaman yorgunluktur.

*Birden bire basit ve hafif olan her şey ona yıldırıcı göründü.

*Yanından daha yeni ayrıldığınız bir düşe nasıl tekrar gidilir?

*Her şeyin her an mükemmel olmaması eşyanın doğası gereğiydi. Hayat denen şey zaten müsveddeler, karalamalar, boşluklar değil miydi? Skakespeare, kahramanlarının yalnızca önemli anlarını anlatır. Ama Romeo ile Juliet harika bir akşam yemeğinin ertesi günü koridorda karşılaşsalar, şurası kesin ki birbirlerine edecek laf bulamazlardı.

*Verilen sözler, verildikleri zaman için geçerlidir sadece.
*
*Başlangıçta küçük bir lekeydi, bir tür nostalji gibi. Ama hayır, yaklaştıkça, melankolinin mor rengi seçilir oluyordu. Daha da yaklaştığında, belli bir hüznün gerçek doğası görünür hale geldi. Anında hastalıklı ve acınası bir dürtünün esiri olmuş gibi, karşısında o akşamın boşluğunu buldu. Kendi kendine sordu: Niçin elimden geldiğince iyi görünmeye gayret ediyorum ki? Niçin bu kadını güldürmeye çabalıyorum? Niçin benim için ulaşılmaz olan bu kadının hoşuna gitmek için uğraşıyorum?... Bu paranoyakça sürüklenişi hiçbir şey durduramazdı. Melankoliyle ve geçmişi sığınak olarak düşünmenin verdiği duyguyla başlayan bir sürüklenişti bu. 

*..onun yanında kalamayacağı kadar istek uyandıran bir kadındı.

*"Güzelliğin temaşasına kapılan, kendini ellerine bırakmıştır ölümün."

*"Geçmişimiz berbat olsa da bir cazibesi vardır." 

*..mutluluk korkusu. Derler ya, insan ölmeden önce hayatının en güzel anları gözünün önünden bir film şeridi gibi geçermiş. Bunu dikkate alırsak, mutluluk çat kapı geldiğinde geçmişin yıkımlarının ve başarısızlıklarının, neredeyse kaygı verici bir tebessümle gözümüzün önünden geçip gitmesi akla yakın bir ihtimaldir.

*Birtakım kararlar aldığı olur insanın ve o andan sonra her şeyin öyle olacağı düşünülür, ama sonsuza kadar sürecek gibi duran bu kesinliğe duyulan güvenin yıkılması için, tuhaftır, dudakların minik bir hareketi yetebilir.

*"Kendimi kaybolmuş gibi hissediyorum." Bu son cümleyi hoyratça söylemişti. Pat diye. Markus birden ekmeğin iç kısmını alıp eline doğramaya başladı. "Ne yapıyorsun?" diye sordu Nathalie. "Parmak Çocuk'un yaptığını. Eğer kaybolduysan, geçtiğin yerlerde ekmek kırıntıları bırakman gerek. Bu şekilde yolunu tekrar bulabilirsin." "O yol da beni buraya getiriyor...sana yani, öyle mi?" "Evet. Ama aç değilsem ve seni beklerken ekmek kırıntılarını yemeye karar vermezsem."

*Sonra durdu. Bir ağaca dayandı.
"Kuzenlerimle saklambaç oynarken, ebe olan bu ağaca dayanır, 117'ye kadar sayardı."
"Neden 117?"
"Bilmem! Bu sayıda karar kılmıştık, öylesine."
"Oynamak ister misin şimdi?" diye saklambaç oynamayı teklif etti Markus.
Nathalie ona tebessüm etti. Oyun oynamayı teklif etmesine bayılmıştı. Nathalie kolunu ağaca koyup alnını koluna yasladı, gözlerini kapattı ve saymaya başladı. Markus saklanacak bir yer aradı. Ama boşunaydı. O bahçe Nathalie'nin alanıydı. Saklanılacak en iyi köşeleri biliyor olmalıydı. Markus, Nathalie'nin çeşitli dönemleri arasında gezindi. Yedi yaşındayken şu ağacın arkasına saklanıyor olmalıydı. On iki yaşındayken de kesinlikle şuradaki çalılıkların arkasına. Ergenlik döneminde çocukluk oyunlarını reddedip böğürtlenlerin önünde surat asmış olmalıydı. Sonraki yaz, genç bir kadın olarak oradaki banka oturup hayaller içinde şiir yazmış olmalıydı. Belki de bahçenin birçok köşesinde gen kadınlık döneminin izi vardı, belki de şuradaki çiçeklerin arkasında François'yle sevişmişti? François büyükler uyanmasın diye gürültü çıkarmadan arkasından koşmuş, geceliğini üzerinden çıkarmaya çalışmıştı. Bahçede çılgınca ama sessiz bir kovalamacanın izleri vardı. En sonunda da onu yakalamıştı. Nathalie numaradan çırpınmıştı. Kendisini öpmesini hayal ederek başını öteki tarafa çevirmişti. Yerde yuvarlanmışlar, sonra Nathalie tek başına olduğunu fark etmişti. Nereye gitmiş olabilirdi? Bir yere mi saklanmıştı acaba? Artık orada değildi. Artık orada olmayacaktı. Orada artık çim yoktu. Nathalie öfkeden çimleri sökmüştü. Nathalie saatler boyunca olduğu yerde bitkin bir halde kalmıştı ve büyük annesinin içeri girmesi yönündeki girişimleri sonuç vermemişti. Markus çimlerin olmadığı yere gitti, orada Nathalie'nin acısını çiğnedi. Aşkının gözyaşlarının arasından yürüdü. Saklanacağı yeri ararken Nathalie'nin daha sonra gideceği yerlerden de geçecekti. Sağda solda,sonraki yıllarda olacağı yaşlı kadını hayal etmek duygulandırıcıydı.
Bu şekilde Markus, bütün Nathalie'lerin kalbinde saklanacak bir yer buldu. Markus olabildiğince küçüldü. Kendisini hiç olmadığı kadar büyük hissettiği bir gün için tuhaftı bu. Bedenini her yerinde sonsuz bir büyüklük dürtüsü uyanıyordu. Bir kez saklanınca gülümsemeye  başladı. Onu beklemekten mutluydu, onu bulması için beklemekten o kadar mutluydu ki.

117

Nathalie gözlerini açtı.




Biraz coştum sanırım ama içimden geldi. Bu arada kitapta da bahsedilen ve kitabı okurken bi yandan dinleyince çok iyi gelen bir şarkı var dinlemenizi tavsiye ederim. 




Güzellik Nehri Çekiliş :)


Big Time ya çok iyi çekiliş katılmak için http://guzelliknehri.blogspot.com/2012/07/cekilisssss.html

14 Ağustos 2012 Salı

Howl's Moving Castle-Howl'un Yürüyen Kalesi


Eskiden CNBC-e'yi takip edenler belki bilirler bu filmi, göstermişlerdi. Ben de o zamanlar izlemiştim yarım yamalak ama çok hoşuma gitmişti. Yani ablamla benim hoşumuza gitmişti. Tabi unuttum gittim zamanla adını falan da almadım sevgili ablacım sonradan bulmuş filmi geldi bana "Bahar hani bi film izlemiştik ya yakışıklı bi oğlan vardı, kız yaşlanıyodu bunlar bi yürüyen evde yaşıyorlardı hatta oğlanın banyosunu temizliyodu, hatırladın mı?" diye geldi anlattı ben de "Hee  evet ya çok güzeldi o film eheheh" diye bir tepki verdim. Geçen akşam da sonunda tekrar izleme fırsatı buldum.
Film kritiğine başlamadan önce şunu belirtmek istiyorum ki ben filmi İngilizce altyazıyla izledim, elde o vardı napalım kapatmak da istemeyince anladığım kar mantığıyla devam ettim. Upper-Intermediate dolaylarında bir İngilizcem var ve bi kaç kelime dışında hiçbir zorluk çekmediğimi rahatça söyleyebilirim. O yüzden Türkçe altyazısız film izlemek isteyenlere, ne biliyim bu şekilde İngilizcesini geliştirmek isteyip nerden başlayacağını bilemeyenlere benden bir tavsiye bu film. 

Kritiğe gelicek olursak, özet ya da kısaca tanıtma yapmıyacağım bunlar internetin her yerinde olan şeyler zaten. O yüzden direk kendi gözümden filmi anlatacağım. Öncelikle bir peri masalı gibi, mutlu sonla bitmesini bekleyerek izlenecek bir film. Sonlarda biraz başlasa da başlarda sırada ne var düşüncesi pek gelmiyor akla çünkü çok hızlı ve yoğun bir giriş var yaklaşık 1 saat de bu böyle devam ediyor, sadece izliyor ve zevk alıyorsunuz. Yakalayan, fark eden olmuş mudur bilmiyorum ama ben öyle pek fantastik bir dille realist bir şey anlatılmış da diyemem, öyle bir şey hiç hissetmedim film boyunca. Sadece olay akışında devam eden bir savaş var ve baş kahramanlarımız hayli etkileniyorlar bu savaştan. Her ne kadar allahın emri olarak savaşlar kötüdür fikri olsa da ne politik ne hümanist bir fikir propagandası ya da yanlı bir duruş yoktu ya da filmdeki aşk kavramının önüne geçemedi bana göre. Sanırım filmdeki savaş da belli bir savaşı temsil etmiyor ancak Japon yapımı olduğunu düşünürsek 2. Dünya Savaşı'ndan etkilenmiş olma ihtimali en oluru gibi.

Karakterlere gelince, sonunda çok garip bir aile oluşturdukları inkar edilemez tabi. Turnip-head ve Calcifer benim şahsi favorilerim. Tabi Howl gerçek olsaydı "ayy çok tatlııııuuüüüğğğ" diye bayılacak insanlar olabilirdi, ben de onlardan biri olurdum sanırım. Anime karakterleri gerçekten gerçeklik fantezisi kurulabilecek kadar hoş oluyorlar. Death Note'da da aynı şeyleri düşünmüştüm. Küçüklükten kalan bir Yu-Gi-Oh ve Beyblade hayranlığım da vardır. uu beyb- neyse konumuz bu değildi. Sophie'ye gelince ilginç bir karakter çizgisi çizdiği kesin. Öncelikle yaşlı bir kadına dönüşüp bu kadar sakin olabilmek neden? Tamam lanetten bahsedemiyorsun da ağlamak da mı yasak kardeşim!? Bi de sevdi o halini hala iyi görünüyorum diye sonra da kalktı gitti öyle yaşamaya devam etti te allaam. Gerçi zaman zaman ağlamaları ve sinirlenmelerinden anlıyoruz ki aslında umursamıyor değil içine atmış canım. Yaşlılık halleri güzeldi gene de, öyle ninem olsun isterdim. Howl'a gelince tam playboy'de bence. Eridi mübarek çirkinleştim diye. Bi yürü git sığ kişilik. Çirkin hali de kötü olsa bari mehh. Waste Cadısı da film boyu kıl olunup kıl kalınacak bi şahsiyet bence. Ayrıca merdivenden çıkarken ters-evrime inandırdı beni. Hadi atayizler bunu da açıklayın diyesim geldi. Çırak oğlan var bi de şeker sevimli, bi de köpek var işte ağır bir şey onu biliyoruz bi tek. Pek gizemli bir karakter.


Before


After



haha dedim ters evrim diye

Sonlara doğru biraz sıkmaya başlasa da genel olarak çok güzel bir film, karakter dinamiği güzel. Bazı kesinliklerle ve bazı gizemlerle filme bağlı kalmanızı sağlayabiliyorlar. Diyaloglar sevilesi, karakterler şeker. Daha diyecek bir şeyim de yok bu filmle ilgili sanırım. Yıllar sonra bi arkadaşıma rastlamışım hissi verdi zaten bana. Daha fazla bilgi için ;


-Bahar